“İnsan insanın yurdudur.”
Bir yeri yurt, yuva yapan nedir gerçekten? Orada gerçekten güvende ve özgür hissetmek, diyor içim. Peki eğer dış dünyada, “yurtta”, yuvada koşullar belki her zamankinden daha muğlak, değişken, belirsiz görünüyorsa? Zemin kaygan ve sınırlar daha keskin, dört duvar arası daha dar geliyorsa?
İşte o zaman insan daha net görmeye başlayabiliyor o yurdu yurt, yuva hissettiren şeylerin zamandan-mekandan bağımsız özünü. Bir yer, bir alan’dan çok daha öte, çok daha “yakın” olduğunu. Kendi içinde, nefes alıp veren, kalbi atan, can taşıyan insan bedeninde, ve hayatın onu belki yıllar belki de an’lar önce kalben, ruhen buluşturduğu insanların varlığında, sesinde, bakışında anlam ve vücut bulduğunu. Dış dünyanın tüm gürültüsü ve kaosu sardığında ruhunu, o zaman daha başka görmeye, duymaya, hissetmeye başlıyor insan yurdun, yuvanın gerçekten ne olduğunu.
Her “Ben buradayım” dediğinde kendine ve bunu her duyduğunda, sahiden orada olanların dudaklarından. Her “İzin var buna da, yer var” dediğinde kendi insan hallerine, ve bunu her hissettiğinde, yanında tüm halleriyle kendi olabildiği insanların varlığında. Her “Biz” can bulduğunda içinde, ben ve sen’i buluşturduğunda, aramızda aslında hiç varolmamış, yalnızca gözlere inmiş olan o perdeyi açtığında. Ve güneş tüm ışığıyla, tüm şifasıyla içeriyi aydınlattığında. İçeriye hayat dolduğunda.
İşte o zaman biliyor insan,
Yurdunu, yuvasını aradığında
Onu bir yerde, bir mekanda, dışarıda değil belki ama
İnsandan insana uzanan gönül yolunun her adımında
Kendi insanlığında
Ortak insanlığımızda
Birliğin bilgiden hisse döndüğü her anda
Buluyor, görüyor ki o aslında hep orada
Ona hep açık kapıların ardında