En derin korkumuz yetersiz oluşumuz değildir.
En derin korkumuz, ölçülebilenin ötesinde güçlü oluşumuzdur.
Karanlığımız değil ışığımızdır bizi en çok korkutan.
Sorarız kendimize, “Ben kimim ki zeki, muhteşem, yetenekli, şahane olayım?”
Sahi, kimsiniz ki olmayasınız?
Siz, Tanrı’nın bir çocuğusunuz.
Küçük oynamanız dünyaya hizmet etmez.
İnsanlar etrafınızda güvensiz hissetmesinler diye kendinizi küçültmenin aydınlanmış bir yanı yok.
Hepimiz ışık saçmak için yaratılmışız, tıpkı çocuklar gibi…
Bizler, içimizdeki Tanrı’nın ihtişamını görünür kılmak için doğmuşuz.
Bu, yalnızca bazılarımızın değil, herkesin içindedir…
Ve biz kendi ışığımızın parlamasına izin verdikçe, farkında olmadan diğer insanlara da aynısını yapmaları için izin vermiş oluruz.
Ve biz kendi korkularımızdan özgürleştikçe, mevcudiyetimiz, kendiliğinden, diğerlerini de özgür kılar…”
Orijinal metin: Our Deepest Fear – Marianne Williamson
Fotoğraf Bodrum sokaklarından, hikayesi aşağıda…
–
Dönüp dolaşıp geldiğim, sormaktan vazgeçmediğim ve dilerim vazgeçmeyeceğim sorular:
Ben kimim? Ben neyim? “Biz” neyiz?
Hepsi sürekli değişen, yok olan, geri gelen, kendini var eden, eskiyen ve akıl almaz hızda yenilenen parçalar… Hücreler ve atomaltı parçacıklar, “kan ter ve gözyaşı”, ışık ve karanlık, enerji dalgaları ve nasıl bir bulut asla ölmüyorsa*, yıldızların da süpernovaların büyüsünü içimize taşıyarak yaşadıklarını hatırlatan, hamurumuza, ruhumuza karışmış yıldız tozları… Evrenin yansımaları. Bütün ve parçaları. Ve ötesi…
Dün bu duvarın, “harabe” binanın, camsız çerçevesiz, kırık dökük pencerenin önünde o tüm canlılığıyla, ihtişamıyla göğe uzanan, varlığından dolup taşan ışığını tümüyle sahiplenen ve cömertçe, cesurca paylaşan bu bitkiyi* görünce, durdum bir süre önünde öylece, büyülenmişçesine. Birşeyler vardı sanki söylediği, görmemi istediği…
“Hayat bu işte, ben, biz, canlı olmak bu. Zamanla ve mekanla, şartlar ve koşullarla, karanlıkla bir arada evet, ama aynı zamanda tamamen bağımsız, özgürce kendin olabilirsin ve renklerini, bolluğunu, sevgini, şifanı, ışığını sunabilirsin. Bu mümkün, canlı örneği gözünün önünde işte, bak.” Bakıyorum… Ve sonra, bu yukarıdaki sözler düşüyor içime, her okuduğumda durduran, uyandıran ve silkeleyen gerçekliğiyle. Orijinalinden çeviriyorum kendimce, çevirirken dalıyorum biraz daha derinine. Soru, şuna dönüyor: Böyle, tüm mevcudiyetimizle, varlığımızla, köklerimizle, uzayda kapladığımız alanla, sesimiz ve sözümüzle, özgün doğamızla, ışığımızla var olmak “gerçekten” ne demek? Her neredeysek, koşullar neyse, o bu şu ne demişse veya “ya …… derlerse?” – tüm bunların hepsinin “arka planda”, gölgede kaldığı, her adımda bulanıklaştığı, ışığa karıştığı yer neye benzer? Biz ışığımıza, gücümüze, zaten olduğumuza, yaratıcılığımıza, yeteneklerimize sahip çıktıkça, hayallerimizi, kalbimizin özlemlerini, ruhumuzun ihtiyaçlarını, bize nefes, can, yaşam verenleri kutup yıldızımız bilerek yürümeye devam ettikçe, o yere uzanan yol kendiliğinden görünür olmaya* başlamıyor mu? Ve zaten yerin kendisindense, sebep-sonuç ipinde cambazlıktansa, önemli olan o yolda hep yürümeye devam etme niyetinin kendisi değil mi? Her adımda hatırlayarak, karanlığımızla birlikte, ve ondan bağımsız, öte, hep orada olmuş ve olacak olan ışığımızı, gücümüzü… Buraya ne için geldiğimizi.
Kendi ışığımıza ve gücümüze izin vermeye cesaret ettiğimiz ve başkalarına da bu yolda ışık tuttuğumuz, ilham olduğumuz nice an’lara, günlere… Bütün kalbimle.
* Bitkinin Latince adı Ferula Communis, Türkçesi dev rezene olarak da bilinen Çakşır Otu’ymuş. Günümüzde çeşitli hastalıklarda tedavi edici özelliği olduğuna inanılan şifalı bir bitki türüymüş…
* “Bir bulut asla ölmez.” Thich Nhat Hanh
* “Sen yürümeye başlayınca yol kendiliğinden görünür.” Mevlana